Yeni Internet Explorer 10 bu sefer olmuş!

Explorer yeni sürümünün eskisiyle alakası olmadığını, geçmişten dersler alarak bambaşka bir tarayıcı yarattıkları tüm dünyaya söylüyor. Deneyen biri olarak, ben de karşılaştığım sonuca şaşırdım diyebilirim. Explorer 10, eski versiyonlarına göre, %20’lik bir performans artışı sunarken, HTML5 ve CSS3 gibi yeni web teknolojilerinde ise %60 a varan performans artışı sunuyor.


Tabletler için de Explorer 10 en iyi seçim gibi duruyor. Dokunmak için özel tasarlanmış olmasının yanı sıra, optimize edilmiş kodlar ve dolayısıyla daha düşük GPU kullanımı sayesinde de enerji tasarrufu sağlıyor. Böylece internete mobil cihazlarından giren kullanıcıların en büyük derdi olan şarj sorununu bir nebze çözüyor.

Internet Explorer, yaşadığı değişimi yine kendinden beklenmeyecek bir şekilde anlatmayı tercih etmiş. Internet Explorer 10, eski versiyonlarını en az bizim kadar sevmiyor. Bu durumu da ''www.explorerdegisinceben.com'' adlı blog’ta anlatıyor. Birçok esprili ve komik içerik arasından benim dikkatimi Çelik’in yer aldığı Vine videosu çekti. Sitede en az bu video kadar pek çok keyifli görseller ve videolar bulunuyor.

Sitede vakit geçiren ziyaretçilerin çoğu, bilgisayarına yeniden Explorer yüklüyormuş. Pek çok farklı görüş olsa da Internet Explorer 10’u deneyenler bir konuda aynı fikirde; Internet Explorer bu sefer olmuş!

www.explorerdegisinceben.com

Bir bumads advertorial içeriğidir.
Skype'ı Biliyor Musunuz?

Skype'ı Biliyor Musunuz?



Daha önce duyurduğumuz gibi Türkiye'nin popüler anlık mesajlaşma servisi Messenger, kullanıcı sayısı hızla artan Skype ile birleşiyor.

Bu süreçte Messenger  kullanıcılarına yardımcı olmak için dikkat edilmesi gereken noktalardan derlediğimiz küçük rehberler hazırladık. Bu rehberlerde yer almayan Skype hakkındaki diğer sorularınıza ise Türkçe destek alabileceğiniz Skype Community sayfasından cevap bulabilirsiniz.

Skype kişilerin tanıdıklarıyla bağ kurması, irtibatta kalmasını sağlar. Türkiye'nin en popüler anlık mesajlaşma servisi Messenger, Skype’la Skype adı altında birleşmeye başladı. Artık Skype, anlık mesajlaşma ve ücretsiz video görüşme gibi özellikleriyle hepimizin ilk tercihi olmaya aday.

İşte Skype'ı pek çok benzer servisten ayıran yanları:

Ücretsiz anlık mesaj gönderme , ücretsiz sesli  veya görüntülü konuşma yapma gibi olanakları

- hem PC hem Mac bilgisayarlarda,
- ayrıca tabletler ve  akıllı telefonlarda (Windows, Android ve iPhone)

Bu çoklu cihaz, çoklu platform ve çeşitli görüşme / mesajlaşma seçeneklerine ek olarak Skype bilgisayarlar arası kullanıldığında:

- aynı belge veya masaüstünde çalışma imkanı,
- Görüntülü veya sesli görüşme esnasında aynı kişilerle anlık mesajlaşma veya dosya paylaşma
- ikiden çok kişinin aynı anda görüntülü konuşabilmesi gibi birçok ek imkan da sunar.

Yukarda belirtilen temel ayrıştırıcı yönleriyle Skype sevdikleri ve tanıdıklarıyla ücretsiz bağlantıda kalmak isteyenler için en ideal çözümdür.

Bu süreçte Messenger  kullanıcılarına yardımcı olmak için dikkat edilmesi gereken noktalardan derlediğimiz küçük rehberler hazırladık. Bu rehberlerde yer almayan Skype hakkındaki diğer sorularınıza ise Türkçe destek alabileceğiniz Skype Community sayfasından cevap bulabilirsiniz.

Messenger'dan Skype'a
Skype'ta Anlık Mesajlaşma
Skype'ta dosya nasıl yollanır?
Skype'ta görüntülü konuşma nasıl yapılır?
Grup görüntülü konuşma nasıl yapılır?

Skype nasıl yüklenir?
Skype'a yeni kişi nasıl eklenir?
Skype'ta mesajlaşma ayarları 
Skype'ta grup chat nasıl yapılır?


Bir bumads advertorial içeriğidir.
Necip Fazıl Kısakürek-Ayasofya Hitabesi(Sansürsüz)

Necip Fazıl Kısakürek-Ayasofya Hitabesi(Sansürsüz)

“Bana öyle geliyor ki; yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra her şey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.

Biz kimden, neyi istiyoruz…

Yemen’den Viyana’ya, Fas’tan Kafkasya’ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre karelik bir zemin üzerinde… Evet, böyle bir zemin üzerinde… Atalarımızın… Ata derken halimize bakıp başımızı dövdüğümüz nur insanların… Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini… 700 bin kilometre kareye indikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra… Evet, bütün bunlardan sonra… Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?

İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.

Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.

“Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?” derler böyle insanlara ve milletlere!..

(Dinleyiciler içinden gürültü gelince: “Efendim ben hep irticâli konuşuyorum, biliyorsunuz. Bunu mahsus yazdım ki, tek tek damla damla süzülsün. Hayatımın mühimce bir eseri olduğuna kaniyim. Ve mazbut olması da lazım; çünkü Ayasofya nazik bir mevzu…”)

Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin, sonra ikinci bir başla onu seyretmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki; bizi, şiltesi üç kıtayı kaplayan devi cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden “İşte sana lâyık özgürlük ve uygarlık budur!” dediler.

Bu bakımdan Ayasofya… Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?

Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris’in dünya çapındaki Şabane kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 126 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, ruh ve mukaddesat odamız… Ayasofya budur!

126 yıl boyunca, dışardan Batı emperyalizmasının, içerden de onların sâdık ajanları sıfatıyla kozmopolitlerin, Yahudilerin, dönmelerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde; adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya’yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.

Frenk kelimesinden gelen “frengi” ismine dikkat ediniz! Veya frengî ismine dikkat ediniz. Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, “frengi”nin ta kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler!

Şairin; “Şâyestedir denilse, âlem senin mezarın…” dedikten sonra; AbdülHamid söylüyor, “Hâlâ gelir zeminden tekbir-i zâr-u-zârın…” diye belirtmeye çalıştığı; dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar’ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve aksiyon adamı Fatih, İstanbul’u fethedip onun kalbi Ayasofya’da namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransa’da kırılmış, Viyana’da Batıyı tekrar dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini eline geçirmişti.

Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir. Onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed’dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamayanlardadır. Fatih’e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî Sultan Süleyman gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî, bedava ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam aksiyonda en büyük hız payı, yine Fatih’indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud Efendi gibi şeyhülislâm, Sokollu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih’in hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzü suyu hürmetine yetişmiş büyükler…

Tarihimizde, Fatih’ten başka her hükümdarın aksiyonu, isterse vatana eklediği toprak Fatih’inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemâl ve noksansızlık bakımından tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih’tedir ki, kendi zaman ve mekânına göre, dâva hedefi, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde göze çarpıyor.

İşte bütün bunları sembolize eden, remzlendiren de doğu ve batı dünyalarının kavşak noktası, cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya…

Salîbin ağırlığından kurtarılıp, hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece 20. asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu kendisiyle gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştirici, eski Bizans eseri ve yeni tekbir yuvası tarihi kubbedir…

Demek ki Ayasofya; ne taş ne çizgi, ne renk ne hacim, ne de bütün bunların madde senfonisi; sadece mana, yalnız mana…

İstanbul’daki Süleymaniye, Edirne’deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma’daki Sen Piyer, Paris’teki Notrdam, bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mana kıymeti olarak, Ayasofya’nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan her biri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eserler… Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki; ne madde, ne de tek taraflı mana ölçüsüyle ona varmak kabil değildir… Ayasofya, (yavaş yavaş okuyacağım bu cümleyi, hece hece…) Ayasofya, bir mananın zıt manaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesidir… Öbürleri belli başlı ruh içinde birer mekân da, Ayasofya mekân içinde ruh; zıt mekânda galip ruh… Yeryüzünde çok kilise camiye ve nice cami kiliseye çevrilmiştir ama böylesi, tarihi şartları bakımından tektir.

Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi ve Ayasofya’yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.

Tarihimizde daha nice zapt ve feth hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, has isim olarak Fatih değil?.. Zira Fatih, bu davanın hakikisidir, öbürleri de taklididir.

Şimdi… Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, İmperium Romanum, Roman, eski Roma İmparatorluğundan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk’ü, binbir tarihî saik yüzünden cüceleştiriyorlar. 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini, 700 bin kilometre kare murabba ve fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar. Fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih’in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik, kaynaşmış ve onun içinde kalıyor. Hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor. Ayasofya Türk’ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türklerin eliyle manasından koparılıyor. Duvarlarından Allah ve Resulü’nün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur müze, yani içinde İslâmiyet’in gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor. (Dinleyicilerin nümayişi üzerine “İçimizden heyecan ve fikir, bize o lazım”) Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mananın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor. Üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk’ün, ruhuyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu Hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, “Buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!” diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya’nın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, tarafımızdan aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden tıraş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldüren, yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâketten başka bir şey değildir. Böylece, Batı dünyasının bize içimizde, içimizdeki ajanları vasıtasıyla bize yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya’nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar… İçimizden yapanlara nispetle… Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?.. Ayasofya’nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türke İstiklal Savaşı’nda, Türk’ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve klik zihniyeti, Ayasofya ve Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır. Manada bu böyle… Allah diyen bu millet, mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır.

Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimaî, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına hediye edilen milli kıymetler kutusu üzerindeki fiyongolu kurdeledir. Topyekûn, şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs davası!.. O kadar Batılılaştığımızı, (mahut tabirlerle) uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batı’nın bize muamelesine dikkat etmiyor musun? Bizim, kendimizi, kendimizden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor. O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı benimsemiyor; ismini taşıdığı Greko-Lâtin medeniyetinin piçleşmiş uzvunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her ân tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord Byron’ın Türklere karşı Yunan istiklâl çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hâlâ selâmeti Türk’ün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özentisinde arıyor.

Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye ve sahabet mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.

Bütün bu manalar Ayasofya’ya bağlı… Daha neler ve neler… Türk İstiklâl Savaşı’nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir. 

Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve tarihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için örtülüyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için… Şahsiyetsizliğin ceremesi… Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han’a, onu baş düşmanı bildiği halde, hürmet ediyordu. Almanya imparatoru Wilhelm siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens Bismark Abdülhamid nefretiyle doluyken, onu asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu.

Eğer Abdülhamid, Ayasofya’yı müze yapmak karşılığında bütün dünya hazinelerini kendisine vereceklerini söyleselerdi; nefretle reddeder, devleti değil hayatını almakla tehdit etselerdi son damla kanına kadar akıtmakta çekinmezdi. Dinsiz Volter’in Allah Rasulüne ait, onun mukaddes has ismini taşıyan piyesini, Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bu işin harp sebebi olacağını Fransa hükümetinin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han’dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhamid Han ki; bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara İstanbul’dan bahsettirmek yerine Akropol önlerinde ordugâh kurmakla cezalandırmıştır. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı’nın hayali, İstiklâl Savaşı’ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde şahlanıp duruyor da; bizde onun iki gözünü birden çıkaracak enerjiden eser görünmüyor… (“Geliyor, geliyor” diye bir dinleyici seslenince: “Yok, yok… Bekle burada da gelecek…”)

Sebep? Sebep açık… Dedik ki bütün manalar Ayasofya’ya bağlı… Ayasofya’nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler; ruhumuzu kilitlemek için Ayasofya’yı kilitledirler…

Nasıl bütün yollar Roma’ya çıkarsa, Türk manevi kurtuluş davasının bütün meseleleri de Ayasofya’ya ve onu müzeleştiren ellere çıkar.

Ayasofya açılmalıdır. Türk’ün kapanık bahtıyla beraber açılmalıdır…

Ayasofya’yı kapalı tutmak, manada bütün camileri ve cami mefhumunu kapalı tutmaktır. Çünkü onların hepsi birer mekân, Ayasofya ise ruh, anlattık… Ayasofya’yı kapalı tutmak, Yunanlıya “Ben yapamıyorum, sen gel de kendi hesabına aç!” demekten farksızdır. Aman ya Rabbi, bizim camiden müzeye döndürdüğümüzü, onun müzeden kiliseye çevirmek istediğini açıkça görüyoruz da, ana yurt içindeki mukaddesat sembolünü nasıl asli heyetine getiremiyoruz! Ayasofya’nın manasını, Yunanlı kadar olsun idrak edemiyoruz. O bizim müze yaptığımızı müze halinde istemiyor. Biz de ona ters cami yapalım demiyoruz, elimizde camiyken… Dünyanın en korkunç hikmet noktası burası… Bu meselede Yunanlıya olsun uymayı, Yunanlıdan ders alarak ona karşı durmayı anlayamıyoruz. 

Ayasofya’yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletlerde Afrika’nın yamyam ülkelerine kadar aleyhimizde rey verdirip, kendileri güya müstenkif görünen Batılılara “Artık benim hayat hakkım kalmadı!” demektir. Zaten tasdik ediyorlar kalmadığını hayat hakkının… Bu kadarını olsun kestiremiyorum.

Ayasofya’yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk’ün semaları tutan lanetine hedef olmaktır. Hissedemiyorlar…

Ayasofya’yı kapalı tutmak, Allah’a sövmeye, Kur’an’a tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını esir etmeye denk bir suçtur. Niçin bu yakıcı, kavurucu, kül edici gerçeği ortaya dökemiyoruz.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem; fakat Ayasofya açılacak!.. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak… Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün manalar, zincire vurulmuş kan revan içinde masumlar gibi, ağlaya ağlaya, üstünü başını yırta yırta onun açılan kapılarından dışarıya vuracak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik etmiş sanılan kötülerle, kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek…

Ayasofya açılacak!.. Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve her şey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici aziz bir kitap gibi açılacak…

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin kapısını mühürlediği Ayasofya, yine onların aynı şekilde mühürlemeye yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaşacağı günü dehşetle beklediği mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbine eş açılacak…

Ayasofya’yı, artık önüne geçilmez bir sel, bu sel açacak…

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın… Her yağmurun arkasında bir sel vardır… 

Hepimiz şöyle diyelim, “O selin üstünde bir saman çöpü olsam daha ne isterim”. Gençler, kayaları biçecek, ormanları tıraş edecek ve betonarmeleri söküp götürecek olan bu sel yakındır. Allah, mukaddes zatının ve resulünün dostlarıyla beraberdir…

Necip Fazıl Kısakürek-Ayasofya Hitabesi(sansürsüz)
Giyinme Adabı Nasıldır?

Giyinme Adabı Nasıldır?

Avret yerini örtecek, soğuk ve sıcaktan koruyacak kadar giyinmek farzdır.

Allâh'ın nimetine şükür için iyi elbise giymek müstehaptır. Gurur ve kibre sebep olmayacak, fakirleri gücendirmeyecek şekilde bayramlarda, Cuma günlerinde ve toplantılarda kıymetli ve güzel elbiseler giymek mübahtır.

Kibirlenmemek şartıyla güzel ve kıymetli elbise giymekte beis yoktur. İmam-ı Â'zam Efendimiz kıymetli elbise giyerdi. Kibirlenmek ve insanlara övünmek için güzel elbise giymek mekruhtur.

Giyim kuşamda uygun olan, akran ve emsali gibi giyinmektir. Çok kıymetli veya çok eski elbise giymek uygun olmaz.

Fasık ve facirlerin giydiği elbiseleri giymek mekruh olur.
Mecûsî, putperest vs. kâfirlere mahsus elbiseleri giymek, erkeklerin ipek elbise giymesi, erkeklerin kadın elbisesi ve kadınların erkek elbisesi giymesi câiz değildir.

Vücut hatlarını belli edecek kadar dar ve teni gösterecek kadar şeffaf elbise giymek de caiz değildir.
Duanın Ehemmiyeti

Duanın Ehemmiyeti

Bir gün çok fakir giyimli bir kadın yüzünde bir hüzünle manava girer.
Dükkan sahibine mahcup bir şekilde yaklaşır.

Kocasının çok hasta olduğunu,çalışamaz duruma düştüğünü ve yedi çocuğu ile birlikte aç kaldıklarını ve yiyeceğe ihtiyaçları olduğunu söyler.

Manav ona ters bir şekilde bakarak derhal dükkanını terk etmesini ister.
Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek

Lütfen efendim der’ paramız olur olmaz getirip ödeyeceğim’.

Manav:
Kendisine bir kredi açamıcağını çünkü onun eski müşterisi olmadığını,
Kendisinde bir hesabının bulunmadığını söyler.

O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri
İkisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir.

İçeriye girerek manava yaklaşır
Ve ‘ben o kadının almak istediklerine kefilim der’.
Ailesinin ihtiyacı olan şeyleri ona ver’.

Bunun üzerine manav çok isteksiz bir şekilde kadına döner
Ve ‘bir alışveriş listen var mıydı? diye sorar.

Kadın evet efendim der.’

Tamam ‘der manav şimdi onu şu terazinin kefesine koy
Onun ağırlığınca diğer kefeye istediklerinden koyacağım.

Kadın bir an duraklar,
Sonra başını önüne eğer ve çantasını açarak üzerine bir şeyler karalanmış kağıt parçasını çıkarır ve manavın kendisine gösterdiği kefeye özenle bakarken başı öne eğiktir.
Manav ve diğer müşterinin gözleri terazinin kefesine dikilirken hayretle büyümüştür.
Manav müşteriye dönerek kısık bir sesle ‘inanmıyorum’ der.
İnanılacak gibi değildir.
Müşteri manava gülerken manav çoktan diğer kefeye eline geçeni doldurmaya başlamıştırama nafile,
Diğer kefeyi yerinden bile kıpırdatamamıştır.
Terazinin kefesi artık üzerindekileri almayacak kadar doldurulduğunda çaresiz hepsini bir torbaya doldurarak kadına verir.

Şaşkınlıkla üzerinde bir şeyler yazan kağıdı eline alır ve okur.
Birde bakar ki orada bir alışveriş listesi yoktur.
Sadece bir dua yazılıdır.

"ALLAH'ım...!
Neye ihtiyacım olduğunu ancak sen bilirsin.
Kendimi sana teslim ediyorum . . .

Manav taş gibi bir sessizliğe bürünmüştür.
Kа­­dın kendisine teşekkür ederek dükkandan ay­rılır.
Müşteri mаnаvın eline bir akce tutuştururken:
“Her kuruşuna değdi” der.
Daha sonra mаnаv terazisinin kefeleri­nin kı­rılmış olduğunu görür.
Bu nedenle duanın ne kadar ağır çektiğini sadece Аllаh bilir.
Dünya Sevgisi Bütün Hataların Başıdır

Dünya Sevgisi Bütün Hataların Başıdır

Ebû Ümâme el-Bâhilî'den(r.a.) rivâyet olundu: "Allâhü Teâlâ Muhammed aleyhisselâmı insan ve cinlere peygamber olarak gönderdiğinde, askerleri İblîs'e gelerek:
"Allâhü Teâlâ bir peygamber gönderdi ve ona tâbi olan ümmetleri de çıktı" diye haber verdiler. İblîs:
"Onlardan dünyâyı sevenler var mıdır?" diye sorunca...
Avanesi:
"Evet" dediler.
"Eğer onlar dünyâyı seviyorlarsa putlara tapmamaları beni mahzûn etmez. Muhakkak ben onları üç şeyle saptırırım:
"Malı, helâl olmayan yollardan kazanmak,
Malı, hakkı olmayan yerlere harcamak,
Malı, hakkı olana vermemektir" dedi.
Tesbîh ve Tekbîr ile Feth Olunacak Şehir: İstanbul

Tesbîh ve Tekbîr ile Feth Olunacak Şehir: İstanbul

Sahîh-i Müslim'de rivâyet edilen hadîs-i Şerîfte Resûllullâh Efendimiz, Kostantiniyye'nin fethi hakkında buyurdular:

"Ey Ashâbım, bir tarafı karada, bir tarafı denizde olan şehri bilir misiniz?". Evet Yâ Resûllallâh", dediler.
"O şehre Benî İshâk'dan yetmiş bin nefer gazâ etmedikçe kıyâmet kopmaz. Oraya vardıklarında silah ile harbetmezler, ok da atmazlar. "La ilâhe illallâhü vallâhü ekber" derler, denizde olan tarafı düşer. Sonra ikinci olarak "Lâ ilâhe illallâhü Vallâhü ekber" derler, diğer tarafı düşer. Sonra üçüncü defa "Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber" derler, şehir fetholunup girerler..."

Diğer Hadîs-i şerîf'de buyruldu:
"Muhakkak ben bir şehir bilirim ki onun bir tarafı denizde, bir tarafı karadadır. Müslümanlar onu fethetmek için gelirler. "La ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh" derler, kara tarafı düşer. "Lâ ilâhe illallâhü vahdehû lâ şerîke leh" derler, deniz tarafı düşer. Müslümanlar onu tesbîh ve tekbîr ile fethederler."
Provokatör Şeytanın Giriş Yolları-Dr.Vehbi Karakaş

Provokatör Şeytanın Giriş Yolları-Dr.Vehbi Karakaş

PROVOKATÖR ŞEYTANIN GİRİŞ YOLLARI

Şeytan, insan denilen muhteşem saraya üç yoldan girer: Bunlardan biri şehvettir, biri öfkedir, biri de heva (ve heves) dir.
Şehvet, behimîdir, hayvansal bir duygudur. Öfke yırtıcı ve yıkıcı bir duygudur. Heva ve heves deşeytansal bir duygudur.

Şehvet afettir. Öfke ondan daha büyük bir afettir. Heva ise öfkeden daha büyük bir afettir.
İnsanı bu üç büyük afetten dolayısıyla şeytanın ağına ve tuzağına düşmekten kurtaran zırhın, kalenin, siperin ve silahın adı namazdır.Yüce Allah: “Namaz, insanı fuhuştan, münkerden(şiddetten, terörden) ve zulümden uzak tutar.”[1]buyuruyor.
Fuhuş, şehvetin, münker öfkenin, zulüm de heva ve hevesin eseridir. Namazı hakkıyla anlayan ve hakiki namaz kılan insan, şeytanın bu üç giriş noktasını kapatmış olur.
Şeytan böyle bir insana yanaşamaz, fuhuş ve zinaya sürükleyemez, yıkıcı ve yakıcı bir eylem yaptıramaz, heva ve hevesine uydurup devlet ve millet malına tecavüz eden bir zalim konumuna düşüremez.

İnsan şehvetiyle kendine, öfkesiyle başkasına zulmeder. Heva ve hevesiyle de  Allah’ın huzuruna ve hakkına karşı edepsizlik yapar.
İşte bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber (s.a.v): “Zulüm üçtür: Bir zulüm vardır ki Allah onu bırakmaz. Birini mağfiret eder, diğerini ise mağfiret etmez. Mağfiret etmediği zulüm şirktir. Allah onu mağfiret etmezBağışlanmayan zulüm, terk edilmeyen zulüm, terki umulan zulüm.Bağışlanmayan zulüm, Allah’a şirk koşmak, ortak tanımaktır. Arkası bırakılmayan zulüm, kul haklarına tecavüzdür. Affedilmesi umulan zulüm ise, kulun kendine yapmış olduğu haksızlıktır.”[2]
Bağışlanmayan zulmün kaynağı heva ve hevestir. Kullara yapılan zulmün kaynağı öfkedir. Terk edilmesi umulan zulmün kaynağı ise şehvettir.

Hırs (doyumsuzluk) ve cimrilik, şehvetin eseri ve sonucudur. Ucup ve kibir, yani kendine ve ameline güvenmek, büyüklenmek öfkenin eseri ve sonucudur. Küfür ve bid’at da heva ve hevesin eseri ve sonucudur.
Bunların altısı yani hırs, cimrilik, uçup, kibir, küfür ve bid’atAdem oğlunda toplandı mı, yedincisi gelir ki o da haseddir. Haset, kötü ahlakın sonudur. Şeytanın, kötü şahısların sonu olması gibi.
Bundan dolayıdır ki Allah Tela, insanî şerlerin toplandığı yerleri dikkatlere sunduğu Felak suresini hasetle sonlandırmış: “De ki: Haset ettiğinde hasetçinin hasedinden Sana sığınırım!”[3]buyurmuştur. Şeytanî pisliklerin toplandığı yerleri dikkatlere sunduğu Nas suresini vesvese ile sonlandırıp: “De ki: insanlardan ve cinlerden insanların kalplerine vesvese atanın şerrinden Allah’a sığınırım!”[4]buyurduğu gibi…
Ademoğllarının içinde hasedden ve hased edenden daha kötüsü yoktur. Şeytanların içinde de vesvese veren vesvas şeytandan daha kötüsü olmadığı gibi.

Hasedci insan, İblis’den daha şerli ve daha kötüdür. İblis, bir gün, uluhiyyet iddiasında bulunan ve kavmine: “Sizin en yüce Rabbiniz benim!”[5]diyen Firavun’un kapısına gelmiş, kapıyı çalmış, Firavun içerden:
-Kim o? deyince; İblis taşı gediğine koymuş:
-Sen eğer ilah olsaydın, benim kim olduğumu sormaz ve beni tanırdın. Sen ilah falan değilsin; kendini bir şey sanma! Otur oturduğun yerde, haddini bil!
Bunun üzerine Firavun İblise sormuş:
-Biliyormusun, yeryüzünde senden de, benden de daha şerli, daha kötü olan kim? Şeytanın cevabı enteresan:
-Evet, biliyorum, senden de, benden de daha şerli olan hasedcidir, yani başkasının varlığını, konumunu kıskanandır. Ben o hased sayesinde bu mihnete, bu rezalete ve bu şeytanlıklara düştüm.(Allah, Âdem’in üstünlüğünü kabul etmemi istedi. Ben bu emre karşı geldim, Âdem’i kıskandım. “Ben ondan daha iyiyim”[6] dedim. Bu hasedim ve bu ukalalığım yüzünden Allah’ın dergâhından kovuldum.)
Görülüyor ki çirkin ahlakın aslı üç şeydir: Şehvet, gazap ve heva. Yani fuhşa girmek, öfkeye kapılıp şiddete başvurmak ve bir de hırsa kapılıp nefsin isteklerini gemleyememek.
Bu üç şey, aynı zamanda hırsın, cimriliğinucbünkibrinküfrün ve bid’atın bir de bu altısından doğan hasedin kaynağıdır. Bunların toplamı yedi eder. Bu belalı yedilinin şerrinden, afetinden insanlığı kurtarmak için AllahTeala, yedi ayetten ibaret olan Fatiha suresini indirmiştir. Fatiha suresinin aslı da Besmeledir. Besmelede üç isim vardır: Allah, Rahman ve Rahim. Kötü ahlak yukarda arzettiğimiz yediden çıktığı gibi, iyi ve güzel ahlak da bu Fatiha’daki yediden çıkmıştır. Hiç şüphe yok ki Besmele ve Fatiha’nın açılımı olan Kur’an’ın tamamı, çirkin ahlakın tamamı için bir ilaçtır.
Eğer biz, Besmeleyi, Besmeledeki üç ismi, Allah’ı, Rahman’ı ve Rahim’i, Fatihayı ve Fatiha’nın ruhunu vaktinde çocuklarımıza hakkıyla kavratabilseydik, Türkiye şiddetin sahne aldığı yer olmayacak, insanlar, arabalar ve binalar, ağaçlar, taşlar, kuşlar zarar görmeyecek, yakılıp yıkılmayacaktı.

Çünkü Allah’ı tanıyan, ondan başka ilah olmadığına inanandan şeytan ve heva uzaklaşacaktı. Heva, bazılarının dünyasında Allah'tan başka ibadet edilen bir ilahtır. Allah’ın, “Hevasını ve hevesini ilah edineni gördün mü?”[7] ayeti buna delildir.
Rahman’ı tanıyan öfkelenmez. Çünkü Rahman’da rahmet vardır, acıma vardır, iyilik vardır. Rahim’i tanıyan zulümden uzak durur. Çünkü Rahim’de de merhamet ve cennet vardır. Rahim ismine inanan, ne kendisine ve ne de başkasına haksızlık yapmaz. Rahmetten ve cennetten mahrum kalmaktan korkar.

Allah’ın bir ismi de Rab’dir. Eğiten, büyüten, yaşatan yürüten, yöneten Allah demektir. Fatiha süresinde Rab isminden hemen sonra Rahman ve Rahim isimleri gelmiştir. Bunlar da Allah’ın merhametli ve adaletli bir eğitimci olduğunu göstermekte, bizim de aynı sıfatlarla donanmamız istenmektedir. Allah’ın Rab ismi Rahime,[8] Malik ismi de Rahmana[9] yakındır. Cenab-ı Hak, Kur’an’ın son suresini de Rab, Melik ve ilah isimleriyle sonlandırmıştır. Bu da şu anlama gelmektedir: Şeytan şehvet tarafından sana gelirse, “İnsanların Rabbine sığınırım”[10]de; öfke yolundan yaklaşırsa “İnsanların meliki, hükümdarı olan Allah’a sığınırım”[11] de; şayet heva ve heves tarafından sokulursa, “İnsanların ilahına sığırım”[12] de.

İnsan Elhamdulillah derse, Allah’a şükretmiş olur, şehvetin şerrinden kurtulur. Allah’ın alemlerin Rabbi olduğunu bilirse, elde edemediklerine karşı hırsı gider, elde ettikleriyle de cömertlik yapar. Böylece yine şehvetlerin ve lezzetlerin afetinden kurtulur. Allah’ın Rahman ve Rahim olduğunu bildikten sonra, din yani kıyamet gününün yegane hakim ve maliki olduğunu bilirse öfkesi diner, “Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım isteriz” derse, birincisiyle kibri, ikincisiyle de ucbu gider. Büyüklenme ve ameline güvenme belasından kurtulur. “Bizi dosdoğru yola ilet” derse, şeytanın hevası ve hevesi kursağında kalır, şeytanın baskısından kurtulur. “Nimet verdiklerinin yoluna bizi sevket” derse, küfrü ve şüphesi gider. “Gazaba uğramışların, azıp-sapmışların yoluna bizi sokma Allah’ım!” derse, bidatten, yabancı adet, anane ve kültürlerin şerrinden kurtulur. Görülüyor ki Fatiha’nın yedi ayeti, okuyanı, anlayanı yedi çirkin ahlaktan korumakta ve kurtarmaktadır.[13]
Yukardaki sözümü tekrarlayarak yazımı noktalamak istiyorum:
Eğer biz, Besmeleyi ve Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha’yıve onun içerdiği yüksek hakikatleri vaktinde çocuklarımıza hakkıyla kavratabilseydik, Türkiye bu günbaşta en büyük provokatör olan şeytanın ve şeytanlaşmış provokatörlerin oyuncağı olmayacak, parklarımızda ve meydanlarımızda şiddet kasırgaları görülmeyecek insanlar telef olmayacak, arabalar, binalar ve ağaçlar  yakılıp yıkılmayacaktı.
Ey akıl sahipleri ibret alın![14]




[1]Ankebut, 29 / 45
[2]Elfahrurrazî, et-Tefsîrü’l-Kebîr, I, 266
[3]Felak, 113/ 6
[4]Nas, 114 / 1-6
[5]Naziât, 79 / 24
[6]Sâd, 38 / 76
[7]Furkan, 25 / 43
[8]Bkz. Yasîn, 36 / 58
[9]Bkz. Furkan, 25 / 26
[10]Nas, 114 / 1
[11]Nas, 114 / 2
[12]Nas, 114 / 3
[13] Bkz. Razî, a.e, I, 266-268
Sizi Gidi Yandaş Sosyalistler

Sizi Gidi Yandaş Sosyalistler


“Sizi Gidi Yandaş Sosyalistler”

Gülsek mi, ağlasak mı? Bilemiyorum. “Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı” ile görüşmeye giden Chp li heyetin başına gelenleri hepimiz okuduk.

Biliyoruz ki Chp Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu her platformda ülkesini ve ülkesinin Başbakanını yurt içinde eleştirmekle yetinemediği için, yurt dışı gezilerinde de bu alışkanlığını devam ettiriyordu. Fakat bu sefer kendilerinin hiç beklemediği bir gelişme oldu. Çok güvendikleri ve yoldaş olarak gördükleri “Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grubu Başkanı Hannes Swoboda” Chp liderine yaptığı açıklamalardan dolayı çıkışarak; “kendi halkını katleden Esed ile Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kesinlikle mukayese bile edilemeyeceğinin” altını çizdi. Bu cevabın ardından soğuk duş etkisine uğrayan Kemal Kılıçdaroğlu ve heyeti sözlerinin yanlış anlaşıldığını açıklamak üzere Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grubu Başkanının yanına girmek ve kendisine açıklama yapmak istedi. Fakat Sosyalist Grubu Başkanının temsilcileri Chp’li heyeti kapıdan çevirdi. Toplantının özür dilendikten sonra ancak gerçekleşebileceği uyarısını alan Chp şaşkın, perişan bir şekilde protokol salonuna geri döndüler.
Haberi kısaca yorumlayarak yazdım. Yazdım ki Chp’li arkadaşlarımız, partilerinin nasıl ülkelerini ve kendilerini küçük düşürdüğünü görsünler. Kılıçdaroğlu’ndan gaflara şahit olduk, yalanlara şahit olduk, karalamalara şahit olduk. Bu yüzden  her seferinde Chp politikasının “insanlar alışverişte görsün” mantığıyla yürüyor olduğunu söyledim. Bir ülkenin %20-25 lik seçmen potansiyelini elinde tutan bir genel başkan cahilliğinin neticesinde ülkesini bu kadar küçük düşürebilir mi !
Türkiyenin yönetimine aday böyle genel başkanların olması beni düşündürüyor. Bakalım Kılıçdaroğlu bundan böyle başbakanını kime şikayet edecek. Nitekim Avrupalı sosyalistler dahi Chp’nin sosyalistlikle bir alakasının olmadığını görerek kapılarından çevirdiler. Birileri kendi halkını çocuk, kadın, yaşlı demeden katlediyor ve sizde bu katilleri savunuyorsanız; size kimse “sosyalist” yakıştırması yapmaz, tam tersi dün olduğu gibi böyle kapısından çevirir.

Ama Kılıçdaroğlu’nda “laf” biter mi?
İsminin önünde “Sosyalist” olmasa, AP Sosyalist Grubu Başkanına da yandaş etiketini yapıştırıverirdi. Ağzından çok yandaş duyduk Kılıçdaroğlu'nun: Yandaş gazete, yandaş medya, yandaş sanatçı ve dahası...Ama yandaş sosyalistleri hiç duymadık. Yakında onuda duyarız.
Yel bu kez ummadığı taraftan esti! Başka bir tabirle Kılıçdaroğlu’nun güvendiği dağlara kar yağdı. J

Gökyüzü Neden Mavi?

Gökyüzü Neden Mavi?

Gökyüzünün niçin mavi olduğunu ilk defa Müslüman âlim El-Kindî (M.796-866) açıklanmıştır.
El-Kindî, "Risâle fi'l-İlleti'l-Levni'l-Lâzeverdî" adlı eserinde, gökyüzünün tabî olarak kendiliğinden mavi olamayacağınıi engin sular ve denizlerin mavi oluşunun sebebini ve gökyüzünün meviliğinin sebebini, su ve havadaki zerrecikler vasıtasıyla ışık kırılmaları ve akisleri ile izah etmektedir. Bu da, bugünkü ilmî görüşün aynısıdır.

Bugün gökyüzünün mavi renkte görünmesinin sebebi şöyle açıklanmaktadır:
Mavi renk kısa dalga boylu olduğundan atmaosferdeki gazlarla daha çok çarpışarak gökyüzüne dağılmakta ve gökyüzünün mavi görünmesine sebep olmaktadır.
Namaz Kılmanın Mekruh Olduğu Vakitler

Namaz Kılmanın Mekruh Olduğu Vakitler

Güneşin doğmasından 40-50 dakika sonrasına kadar.
Güneş tam tepede iken yani öğle namazından evvelki 15-20 dakika
Güneş batarken, akşam namazından evvelki 40-50 dakika farz ve vâcib olan namazlar kılınmaz. Ancak o günün ikindi namazı kılınmamış ise güneş batarken kılınması sahîhdir.
Bu üç vaktin dışında hazırlanan cenazenin namazı da bu üç vakitte sahîh olmaz.
Bu üç vaktin haricinde okunan secde âyetinin secdesi de bu üç vakitte edâ edilmez.
Bu üç vakitte ve bundan başka:
Sabah namazının vaktinde,
İkindinin farzından sonra güneş batıncaya kadar ve güneş battıktan sonra akşamın farzını kılmadan önce nafile kılmak kerâhet-i tahrîmiyye ile mekrûhtur.

Bu vakitlerde nafile namaza başlamış olsa mekrûh olmakla birlikte edası caizdir. Ancak kerahetten kurulmak için namazı kesip kerahetin olmadı vakitte kaza etmelidir.

Bu vakitlerde Kur'an-ı Kerîm okunabilir, zikir yapılabilir.
24. Söz'deki ikazı o kızlarda gördüm

24. Söz'deki ikazı o kızlarda gördüm


Necati nerede?
20 yaşındayken Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelmiş her fikirde, her düşüncede insanların toplandığı zırhlı birlikler tugayındaydım. Sınıf arkadaşlarım olan subayların en büyük eğlencesi, sevgilileriydi. Hafta sonu tatilini dört gözle beklerlerdi. Pazartesi okulun bahçesinde, yeşil çimenlerin üstünde, ağaçların gölgesinde birbirlerine sevgililerini anlatırlardı.
Hafta sonu gezmeye çıktıklarında beni de çağırırlardı. Aralarına katılmazdım. “Ben gelmem.” derdim. “Sen ölmüşsün!..” diye alay ederlerdi.
Yıl sonu geldi; diplomaları aldık mezun olduk. Dışarı çıktım ki, okulun bahçesi hanımlarla dolu. Beni gören hanımlar koşarak yanıma geldiler; “Necati nerede, Ali nerede, Ahmet nerede?..” Ağlıyorlar… “Onlar sizden kaçtılar.” dedim, “Okulun diğer kapısından çıkıp, arka sokaklara dağıldılar…” Nasıl ağlayıp çırpındıklarını; çaresizliklerini hâlâ hatırlıyorum. Sevilmemesi gerekeni sevenlerin nasıl perişan olduklarına orada ilk kez şahit olmuştum… Tahsil hayatı sekteye uğrayan gençler, yuvası dağılan aileler… 24. Söz’de buyrulduğu gibi, “Yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayri meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir.” Sevilmemesi gerekeni sevenlerin feryadını duydukça, mecazi aşkın insanı tatmin etmediğini anlamıştım…
O zaman yirmi yaşında bir gençtim. Şimdi seksen yaşında bir ihtiyarım. Amma bu sevmek meselesi beni hâlâ düşündürür…
Üstad Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi, “Bazı eblehler var ki, güneşi tanımadıkları için, bir aynada güneşi görse, aynayı sevmeye başlar.”
“Eşimi, çoluk-çocuğumu, evimi, malımı, mülkümü, işimi seviyorum!” diyen bir arkadaşa sordum; “Sevgini bu kadar dağıtınca Allah’a ne kaldı?” Arkadaş şaşırarak yüzüme baktı. Ona dedim ki: “İnsan hoşuna giden her şeyi sever. Böylece Allah’ın verdiği sevmek duygusunu dağıtır. Hâlbuki sevmek duygusu dünya ve ahiretimizi cennet edecek kadar önemlidir. Her yaratık bir Esma’nın tecellisidir. Sevilen şeylere de bu nazarla bakmak çok önemli. Yani sevdiğimiz şeylerde Allah’ın lütfunu görüp hamd edince Allah için sevmiş oluruz; bu da ibadettir. İnsanın hayatı vereni sevip de, hayatı verenden haberinin olmaması gaflettir…”
Bir söz vardır; “Terk edemediği her şey insanın putudur.” Allah’tan başkasını putlaştırmak derecesinde sevmek, beraberinde şefkat tokadını da getiriyor. Yanlış sevgilerin ıstırabı, onu kaybettiği zaman ortaya çıkıyor. Mesela bir insan amirine, müdürüne fazla bağlansa, “Müdürün kölesi olmuş.” derler. İşine fazla bağlansa, “İşiyle evli.” derler. Çocuklarına fazla bağlansa, “Bu kadar yüz verip şımartma.” derler. Fakat Allah’a bağlanmak, itaat etmek insanı asla rencide etmez; ulvi noktalara ulaştırır.
Böylece evladım gibi olan kitaplarımı sevmekten korktum. Can yoldaşım olan daktilomu sevmekten korktum. Ağaçlarını elimle diktiğim bahçeyi sevmekten korktum…  Kabrin kapısında beni terk edecek şeylere gönlümü bağlamaktan korktum…  Hayatına hayran olduğum insanların ortak yönü her şartta Allah’a itaat etmeleriydi; onlara çok imrendim ve dedim ki: “Pek çok sevgiliyi kalbime dolduramam. Allah’ı seveceğim, Allah’ın sevdiklerini seveceğim, Allah’ı sevenleri seveceğim…”
Zaman
Teknik Eğitim Fakültesi Mezunlarına Mühendislik Hakkı Verildi

Teknik Eğitim Fakültesi Mezunlarına Mühendislik Hakkı Verildi


Teknik eğitim mezunlarına mühendislik tamamlama hakkı resmen verildi. Detaylar siteden duyurulacaktır.



Pr.Dr.Koray Tunçalp'ın süreç ile ilgili son açıklamaları şöyledir;

Teknik öğretmenlere yönelik mühendislik tamamlama programları Marmara, Gazi, Fırat ve Süeyman Demirel Üniversitelerinin Teknik Eğitim Fakültelerinde başlayacaktır.

18 Nisan 2013 tarihinde ÜAK'da görüşülecek olan program Nisan ve Mayıs aylarında duyuruya çıkacak ve sıralama sınavı ÖSYM tarafından yapılacaktır.

Tüm dallarda açılacak programlar için sadece ve sadece 4 ders alınacak ve TEF'lerde hazırlanan bitirme tezi mühendislik tezi sayılacağı için mühndislik tezi hazırlanmayacaktır.

Pr.Dr.Koray Tunçalp,
Marmara Üni.
____ ____