“Bana öyle geliyor ki; yalnız manayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya’nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra her şey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.
Biz kimden, neyi istiyoruz…
Yemen’den Viyana’ya, Fas’tan Kafkasya’ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre karelik bir zemin üzerinde… Evet, böyle bir zemin üzerinde… Atalarımızın… Ata derken halimize bakıp başımızı dövdüğümüz nur insanların… Tohum atarcasına her tarafa serptiği kubbelerden birini… 700 bin kilometre kareye indikten ve bu hâlin ismine millî kurtuluş dedikten sonra… Evet, bütün bunlardan sonra… Toprağı kaybedilmiş kubbelerden birini mi istiyoruz?
İnsana gülerler!.. Herhangi bir yıldızda bu türlü iddialara girişen milletleri sürecek bir tımarhane olsa, bizi oraya sürerler.
Âlemde, cüceleşmiş devlerin, eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.
“Cüceleşmeyeydin! Şimdi devin hakkından nasıl bahsediyorsun?” derler böyle insanlara ve milletlere!..
(Dinleyiciler içinden gürültü gelince: “Efendim ben hep irticâli konuşuyorum, biliyorsunuz. Bunu mahsus yazdım ki, tek tek damla damla süzülsün. Hayatımın mühimce bir eseri olduğuna kaniyim. Ve mazbut olması da lazım; çünkü Ayasofya nazik bir mevzu…”)
Evet, sevgili gençler; bir manzumemde söylediğim gibi, kellelerimizi tırnaklarımızla yerinden söküp iki dizkapağımıza yerleştirmenin, sonra ikinci bir başla onu seyretmenin artık günü geldiğini kabul edelim ve avaz avaz haykıralım ki; bizi, şiltesi üç kıtayı kaplayan devi cüceleştirdiler. Sonra ona iki santim boy ilâve edip, Batının bat pazarı veya bit pazarı elbiselerini giydirdiler. Peşinden “İşte sana lâyık özgürlük ve uygarlık budur!” dediler.
Bu bakımdan Ayasofya… Bakın nedir bu bakımdan Ayasofya?
Bizi bu hâle getiren, annemizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez diye kullanan, ahlâkımızı Paris’in dünya çapındaki Şabane kerhanesinden daha aşağıya düşüren, millî kültürümüzü çöplüğe ve millî iktisadımızı kumarhaneye çeviren, zekâmızı maymunlaştıran ve kalbimizi kanserleştiren, tarihi 126 yıllık cereyanın, kendi öz evimizde, yüzümüze kapadığı oda, ruh ve mukaddesat odamız… Ayasofya budur!
126 yıl boyunca, dışardan Batı emperyalizmasının, içerden de onların sâdık ajanları sıfatıyla kozmopolitlerin, Yahudilerin, dönmelerin, masonların ve nihayet hepsinin birden ana sermayesi ve gönüllü fedaisi halinde; adı Türk, küfür tip ve zümrelerinin idare ettiği bu cereyan, Ayasofya’yı müzeye çevirmekle, sağlık müzelerindeki balmumundan frengili suratlar şeklinde, Türkün öz ruhunu müzeye kaldırmış oldu.
Frenk kelimesinden gelen “frengi” ismine dikkat ediniz! Veya frengî ismine dikkat ediniz. Türkün mukaddesatına frengili bir surat gibi bakan bu insanlardır ki, “frengi”nin ta kendisidirler ve ciğerlerine kadar frengilidirler!
Şairin; “Şâyestedir denilse, âlem senin mezarın…” dedikten sonra; AbdülHamid söylüyor, “Hâlâ gelir zeminden tekbir-i zâr-u-zârın…” diye belirtmeye çalıştığı; dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar’ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve aksiyon adamı Fatih, İstanbul’u fethedip onun kalbi Ayasofya’da namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransa’da kırılmış, Viyana’da Batıyı tekrar dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini eline geçirmişti.
Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir. Onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed’dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamayanlardadır. Fatih’e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî Sultan Süleyman gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî, bedava ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam aksiyonda en büyük hız payı, yine Fatih’indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud Efendi gibi şeyhülislâm, Sokollu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih’in hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzü suyu hürmetine yetişmiş büyükler…
Tarihimizde, Fatih’ten başka her hükümdarın aksiyonu, isterse vatana eklediği toprak Fatih’inkinden bin misli fazla olsun, ulvî kemâl ve noksansızlık bakımından tamam olmaktan uzaktır. Yalnız Fatih’tedir ki, kendi zaman ve mekânına göre, dâva hedefi, muhteşem ve muazzam bir tamamlık içinde göze çarpıyor.
İşte bütün bunları sembolize eden, remzlendiren de doğu ve batı dünyalarının kavşak noktası, cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya…
Salîbin ağırlığından kurtarılıp, hilâlin kanatlarıyla kendisine gök kubbe yolu açılan, böylece 20. asır dünyasına gerçek medeniyet ve ebediyet mimarisinin ne olduğu kendisiyle gösterilen, Batı aklı ve Doğu ruhunu birleştirici, eski Bizans eseri ve yeni tekbir yuvası tarihi kubbedir…
Demek ki Ayasofya; ne taş ne çizgi, ne renk ne hacim, ne de bütün bunların madde senfonisi; sadece mana, yalnız mana…
İstanbul’daki Süleymaniye, Edirne’deki Selimiye, bunlara karşılık da Roma’daki Sen Piyer, Paris’teki Notrdam, bizde ve onlarda daha niceleri, madde ve hattâ gayelerine bağlı mana kıymeti olarak, Ayasofya’nın eşik taşına bile denk olamaz. Zira bunlardan her biri, kendi gayesinin tabiî şartları içinde, tek taraflı olarak yükseltilmiş bir eserler… Ayasofya ise bunların yanında bir kümes bile olsa, öyle bir nasibin sahibi ki; ne madde, ne de tek taraflı mana ölçüsüyle ona varmak kabil değildir… Ayasofya, (yavaş yavaş okuyacağım bu cümleyi, hece hece…) Ayasofya, bir mananın zıt manaya taarruz ve onu zebun edişinin, bütün dünyada eşi olmayan âbidesidir… Öbürleri belli başlı ruh içinde birer mekân da, Ayasofya mekân içinde ruh; zıt mekânda galip ruh… Yeryüzünde çok kilise camiye ve nice cami kiliseye çevrilmiştir ama böylesi, tarihi şartları bakımından tektir.
Fatih Sultan Mehmed, bu hikmeti sezdi ve Ayasofya’yı, İstanbul gibi misilsiz bir mahfazanın içinde, güneş çapında bir pırlanta gibi zapt ve fethetti.
Tarihimizde daha nice zapt ve feth hareketinin kahramanı var; niçin hiçbirinin adı, has isim olarak Fatih değil?.. Zira Fatih, bu davanın hakikisidir, öbürleri de taklididir.
Şimdi… Biraz evvel işaret ettiğimiz gibi, İmperium Romanum, Roman, eski Roma İmparatorluğundan üstün bir imparatorluğun dev adamı olan Türk’ü, binbir tarihî saik yüzünden cüceleştiriyorlar. 10 milyon kilometre karelik bir servet ve nimet zeminini, 700 bin kilometre kare murabba ve fakir bir anavatan kadrosuna kadar indiriyorlar. Fakat bütün bu olanlara rağmen, Fatih’in o kadar maharetle yerine oturttuğu mili söküp atamıyorlar, çekip alamıyorlar. Zira İstanbul ve Ayasofya, muazzam nasibi icabı, anavatana bitişik, kaynaşmış ve onun içinde kalıyor. Hiçbir şey yapılamayınca da, dünyada hiçbir milletin başına gelmemiş bir felâkete yol açılıyor. Ayasofya Türk’ün öz evi ve anayurdu içinde güya Türklerin eliyle manasından koparılıyor. Duvarlarından Allah ve Resulü’nün mukaddes isimleri indiriliyor, iç sıvaları kazınıp putlar meydana çıkarılıyor ve hilâlden ziyade salibin faziletlerini ilâna memur müze, yani içinde İslâmiyet’in gömülü olduğu bir lâhid haline getiriliyor. (Dinleyicilerin nümayişi üzerine “İçimizden heyecan ve fikir, bize o lazım”) Artık o, basit bir taş yığınıdır. Öyle bir taş yığını ki, sadece kendisinde kıyılan ulvî mananın katillerini ilân ve ihtarla kalmıyor. Üstelik her an salibin ağzından salyasını akıtıcı bir iştah telkiniyle, Türk’ün, ruhuyle beraber maddesini, maddesiyle beraber de ruhunu Hıristiyanlık âlemine peşkeş çeken, “Buyurun, ne duruyorsunuz; gelin ve bizi esir edin!” diyen bir hava yaşatıyor. Ayasofya’nın hilâl hâkimiyetinden uzaklaştırılmasıyla düşmana aşılanan gayret, tarafımızdan aşılanan gayret, bir ordunun harp plânlarını satmaktan beter bir tehlike ve suç belirtir. Eğer o kökünden tıraş edilse ve yıkılsa bir şey değil de, bu haliyle, bütün bir milleti ve tarihi her an öldüren, yine dirilten ve tekrar öldüren bir felâketten başka bir şey değildir. Böylece, Batı dünyasının bize içimizde, içimizdeki ajanları vasıtasıyla bize yaptırdığını, ne Haçlılar yapabildi, ne Moskof, ne de Ayasofya’nın gözü dönmüş şehvetlisi Yunanlılar… İçimizden yapanlara nispetle… Milyonluk bir orduda, bir emirle, herkes silahını kalbine dayayıp tetiği çekse ve intihar etse, bu emrin o orduya vereceği zararı hangi düşman sağlayabilir?.. Ayasofya’nın kapatılması işte böyle olmuştur. Ve Türk tarihine, mukaddesatına, ruhuna, ihanetlerin en büyüğü şeklinde meydana gelmiştir. Türke İstiklal Savaşı’nda, Türk’ü yoktan var ettiğini iddia eden bir zümre ve klik zihniyeti, Ayasofya ve Türk vatanını, göklerdeki aslî ve hakikî vatanıyla beraber satmıştır. Manada bu böyle… Allah diyen bu millet, mutlaka kalacak; ve kalacağına göre, öteki dünyadakinden evvel, bu dünyada hesap gününü açacaktır.
Ayasofya, muayyen bir idare ve zihniyetin getirdiği, ruhî, ahlâkî, içtimaî, iktisadî, idarî, siyasî felaketler eliyle Batı dünyasına hediye edilen milli kıymetler kutusu üzerindeki fiyongolu kurdeledir. Topyekûn, şahsiyetlerini düşmana teslim edici böyle hediyeleri veren milletler ise, hediyeyi alanlar nazarında hakir ve zelildir. İşte Kıbrıs davası!.. O kadar Batılılaştığımızı, (mahut tabirlerle) uygarlaştığımızı, özgürleştiğimizi, kendisinden olduğumuzu iddia ettiğimiz Batı’nın bize muamelesine dikkat etmiyor musun? Bizim, kendimizi, kendimizden saymamız pahasına, Batılı bizi asla kendisinden saymıyor. O, ne Doğulu, ne de Batılı, bu mukallit ve bulamaç insanı benimsemiyor; ismini taşıdığı Greko-Lâtin medeniyetinin piçleşmiş uzvunu, sefil Yunanlıyı, şımarık çocuğu halinde her ân tatmin ve bize tercih etmekten başka bir şey düşünmüyor. Büyük İngiliz şairi Lord Byron’ın Türklere karşı Yunan istiklâl çarpışmalarında öldüğünü ve Yunan topraklarında yattığını bilmeyen diplomatlarımız, hâlâ selâmeti Türk’ün öz şahsiyetinde değil, Batılıya Batılı görünmek özentisinde arıyor.
Hayır! Batılıdan, sığıntısı olmak yoluyla sağlanabilecek hiçbir himaye ve sahabet mevcut değildir. Biz bu kafayla gittikçe de başımıza daha neler geleceği görülecektir.
Bütün bu manalar Ayasofya’ya bağlı… Daha neler ve neler… Türk İstiklâl Savaşı’nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.
Belirttik ki, kendi öz mukaddesat ve tarihini kendi öz yurdunda maskara edenlere, o mukaddesat ve tarihin düşmanları hürmet etmez, tiksintiyle bakar. İşte, dünyada ve dış politikada yüzümüze kapanan kapılar bunun için örtülüyor. Doğrudan doğruya bunun için olmasa da dolayısıyla bunun için… Şahsiyetsizliğin ceremesi… Bunun içindir ki, Avrupa, köküne kadar şahsiyet heykeli İkinci Abdülhamid Han’a, onu baş düşmanı bildiği halde, hürmet ediyordu. Almanya imparatoru Wilhelm siyaseti ondan öğrendiğini söylüyor ve Prens Bismark Abdülhamid nefretiyle doluyken, onu asrın en büyük siyaset dehası diye gösteriyordu.
Eğer Abdülhamid, Ayasofya’yı müze yapmak karşılığında bütün dünya hazinelerini kendisine vereceklerini söyleselerdi; nefretle reddeder, devleti değil hayatını almakla tehdit etselerdi son damla kanına kadar akıtmakta çekinmezdi. Dinsiz Volter’in Allah Rasulüne ait, onun mukaddes has ismini taşıyan piyesini, Fransız tiyatrolarından Fransa devleti marifetiyle kaldırtan, yoksa bu işin harp sebebi olacağını Fransa hükümetinin suratına çarpan, Ulu Hakan Abdülhamid Han’dan başka kim olabilmiştir? O Abdülhamid Han ki; bunca ordusundan yalnız bir tanesiyle birkaç gün içinde Atina kapılarında görünüvermiş ve küçücük bir Yunan şımarıklığını, onlara İstanbul’dan bahsettirmek yerine Akropol önlerinde ordugâh kurmakla cezalandırmıştır. Şimdi o Yunanlı, baykuş gözlerini üzerimize dikmiş, birinde Ayasofya, öbüründe Rumelihisarı’nın hayali, İstiklâl Savaşı’ndaki küstahlığından beter bir nefs emniyeti içinde şahlanıp duruyor da; bizde onun iki gözünü birden çıkaracak enerjiden eser görünmüyor… (“Geliyor, geliyor” diye bir dinleyici seslenince: “Yok, yok… Bekle burada da gelecek…”)
Sebep? Sebep açık… Dedik ki bütün manalar Ayasofya’ya bağlı… Ayasofya’nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler; ruhumuzu kilitlemek için Ayasofya’yı kilitledirler…
Nasıl bütün yollar Roma’ya çıkarsa, Türk manevi kurtuluş davasının bütün meseleleri de Ayasofya’ya ve onu müzeleştiren ellere çıkar.
Ayasofya açılmalıdır. Türk’ün kapanık bahtıyla beraber açılmalıdır…
Ayasofya’yı kapalı tutmak, manada bütün camileri ve cami mefhumunu kapalı tutmaktır. Çünkü onların hepsi birer mekân, Ayasofya ise ruh, anlattık… Ayasofya’yı kapalı tutmak, Yunanlıya “Ben yapamıyorum, sen gel de kendi hesabına aç!” demekten farksızdır. Aman ya Rabbi, bizim camiden müzeye döndürdüğümüzü, onun müzeden kiliseye çevirmek istediğini açıkça görüyoruz da, ana yurt içindeki mukaddesat sembolünü nasıl asli heyetine getiremiyoruz! Ayasofya’nın manasını, Yunanlı kadar olsun idrak edemiyoruz. O bizim müze yaptığımızı müze halinde istemiyor. Biz de ona ters cami yapalım demiyoruz, elimizde camiyken… Dünyanın en korkunç hikmet noktası burası… Bu meselede Yunanlıya olsun uymayı, Yunanlıdan ders alarak ona karşı durmayı anlayamıyoruz.
Ayasofya’yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletlerde Afrika’nın yamyam ülkelerine kadar aleyhimizde rey verdirip, kendileri güya müstenkif görünen Batılılara “Artık benim hayat hakkım kalmadı!” demektir. Zaten tasdik ediyorlar kalmadığını hayat hakkının… Bu kadarını olsun kestiremiyorum.
Ayasofya’yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk’ün semaları tutan lanetine hedef olmaktır. Hissedemiyorlar…
Ayasofya’yı kapalı tutmak, Allah’a sövmeye, Kur’an’a tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını esir etmeye denk bir suçtur. Niçin bu yakıcı, kavurucu, kül edici gerçeği ortaya dökemiyoruz.
Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem; fakat Ayasofya açılacak!.. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.
Ayasofya açılacak… Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün manalar, zincire vurulmuş kan revan içinde masumlar gibi, ağlaya ağlaya, üstünü başını yırta yırta onun açılan kapılarından dışarıya vuracak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik etmiş sanılan kötülerle, kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek…
Ayasofya açılacak!.. Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve her şey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici aziz bir kitap gibi açılacak…
Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin kapısını mühürlediği Ayasofya, yine onların aynı şekilde mühürlemeye yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaşacağı günü dehşetle beklediği mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbine eş açılacak…
Ayasofya’yı, artık önüne geçilmez bir sel, bu sel açacak…
Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın… Her yağmurun arkasında bir sel vardır…
Hepimiz şöyle diyelim, “O selin üstünde bir saman çöpü olsam daha ne isterim”. Gençler, kayaları biçecek, ormanları tıraş edecek ve betonarmeleri söküp götürecek olan bu sel yakındır. Allah, mukaddes zatının ve resulünün dostlarıyla beraberdir…
Necip Fazıl Kısakürek-Ayasofya Hitabesi(sansürsüz)